Bu Blogda Ara

felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Kasım 22, 2024

mutluluk zorlantısı

sezgilerime göre yaşamam ne hissettiğimi ne önemi var? yapacaklarımı ve yapmayacaklarımı duygularım belirlemez ne hissettiğimin ne önemi var? hayal değil plan kurarım ne hissettiğimi ne önemi var? işlerim ne verimli ne de verimsiz olmaz ne hissettiğimin ne önemi var?


hissetmek yaşayanlar için geçerlidir, bir kere hissetmeye başlamanız demek ölümü de göze almanız demektir. kurtlar vadisi'nde dediği doğru sanıyorum; bazılarımız ölümü değil yaşamayı göze alıyor. bazılarımızın aradığı şey bu dünyada değil o yüzden asla bulunamayacak olandır aranan ve bu dünyadan olmadığı içindir ki ne olduğu da bilinemez. 


zorunlu değiliz mutlu ya da mutsuz olunmaya. oysa insanlar yanılıyor. tutturulmuş bir mutluluk hali, ne olduğu da bilinmiyor sürekli değişiyor adı. ve sadece ısrarla elde tutulmaya çalışılıyor. şu halde mutluluk bir çaba olmalı; yokluğu istenmeyen ve varlığı sizi sürekli bir şeyler yapmaya mecbur bırakan bir çaba. oysa mutluluk zorla olmayandır. peki şu elde zoraki tutulup bırakılmak istenmeyen şey de nedir? mutluluğun zoruntası mı? üzerine misk sıkılmış bir kaç korku kırıntısı mı? nedir o? her mutluluk iyi olmadığı gibi her mutsuzluk da kötü değildir. bildikçe, farkında oldukça komplike olan zihnimiz ve dünyamızda mutsuzluk elde ettiğimiz sonuçlardan sadece biridir. bunu kabul etmek de bir olgunluktur. her şeyin bir bedeli yahut sonucu vardır. asıl mutsuzluk bu sonuçları yok saymaktır. son derece makul ve mantıklı olan mutsuzluğunu zoraki yaptığın mutluluğun(!) yerine koymaya çalışmak bir denklemde uygun olmayan bir değeri ısrarla x'in yerine koyup cevabın doğru çıkmasını beklemek gibidir. mutluluk ve mutsuzluk kabulden gelebilir ama mutluluğun zorlamadan gelmeyeceği kesin. 


sonuç; mutluluk var olandır, keşfedilir, arzulanır oysa ölesiye peşinden koşulmaz zira doğasına aykırıdır.



Cumartesi, Eylül 07, 2024

Belki de tesadüftü

Soğuk gri bir kış günü. Başında köylü şapkası, elleri ceketinin cebinde buna karşın atkısı yok, ceketinin yakalarını kaldırmış... Konsolosluğun önünden geçerken adımları sabitti. Rüzgar sert esmeye başladı ve yükseklerde hareket eden bir şey dikkatini çekti, kafasını kaldırdı. Sallanan bayrağa takılan gözleri ardından Büyük Birader'in bakışlarıyla buluştu. Çok sert ve ikna edici bakıyordu. Bakışlarda boğulduğunu, tetkit edildiğini hissetti. Kravatına bakıyor gibiydi. Elleriyle istemsizce yokladı. Boynunu eğdi ve onu gevşetti. Ardından derin bir nefes aldı, yoldan karşı karşıya geçmek için yaya yolundaki düğmeye basmayı düşündü zihninde. Geldiğinde ise ellerini cebinden çıkarmadı, dirseğiyle dokundu düğmeye ve beklemeye başladı. Arkasından bir el omzuna bastırır gibi oldu. Bu kalabalıkta normaldir yanlışlıkla olmuştur diye geçiştirdi. Lakin bu bastırış ikincisinde daha ısrarcı ve netti. Arkasını döndü. Kendisinin bir başka versiyonu olan adama bakışlarını  sabitledi ve beklemeye koyuldu. Adam "Sen ne yaptığını  sanıyorsun? az evvel seni gördüm" dedi.  Bakışları sertleşmiş ve kaşları çatılmışsa da hiçbir şey anlamadığı için ne cevap vereceğini bilemedi. Neyi görmüştü? "Az evvel Büyük Birader'e saygısızlık yaptın, yürüyordun ama nefretini kusmak için yolun ortasında durup ona baktın, gördüm nefret dolu baktın. Belli, sesini çıkaramıyorsun ama bakıp kravatını gevşettin. Seni anarşist!" Büyük Birader lafını duyanlar da etrafta birikmeye başlamıştı. Bir kadın şemsiyesini adama doğru tutup uzaklardan bağırarak gelmeye başladı. "Evet, ben de gördüm. Sonra bu adam yaya geçidi düğmesine direseğiyle bastı." Bankta yan yana oturan bir çiftten kız olan " Böyle yaparak Birader'e karşı çıktığını sanacak kadar acizdir bu gördüğünüz adam!" demesine kalmadan yanındaki erkek arkadaşı " Hayır, aklınca parmak izini bırakmıyor işte" dedi. O sırada sokağa bir  bastonun sesi doldu. Bakışlar o yöne doğru kaydı. Gri bir ten, ince uzun bir çehre, kızarmış gözler ve keten soluk yeşil takım elbise içerisinde bir adam... Herkes merakla adamın yaklaşmasını izledi. Gelen adam son baston sesinden sonra konuşmaya başladı "Suikast!" Herkes dehşete düşmüştü. Ağızlardan bir "hii" sesi döküldü. Adam aldırmadı ve devam etti fakat kısık sesle, kelime kelime konuşuyordu. "Büyük Birader'e" "O yüzden her yeri örtülü, parmak izi bırakmıyor ve o intikam dolu bakışlar..." Derken arkasını döndü bir iki adım attı ve ellerini kaldırdı, baston tek elinde sallanmaya başladı. "Bu adam Büyük Biraderimize bir suikast girişiminde bulunmayı planlamıştı. Hepimiz yarın saygıdeğer Biraderimizin konsoloslukta bir balkon konuşması yapacağını biliyoruz. Ve işte bu suikastçi  gelip ortamı yokladı, her yerini örttü, tanınmayacağını sanıyordu.  Alacağını aldıkan sonra da hiçbir iz bırakmadan gitmeyi planlamıştı." Bir kadın korkuyla bebek arabasındaki küçük çocuğunun kulaklarını kapattı. Herkes bu suikastçinin korkusuyla bir adım geri çekildi. Adam şaşkınlık ve dehşet içerisinde hakkında söylenenleri izliyordu. Korkudan iki büklüm ve sesi çıkmıyordu. Derken kalabalığın yarıldığını ve gri üniformalı muhafızların geldiğini gördü. Kimse yoldan çekilmeme kibarlığını göstermedi. Herkes adeta "Hayır, o ben değilim" dercesine açıyordu yolu. Yaşlı, bu soğuğa rağmen neredeyse hiçbir şey giymemiş çıplak ayaklı ve şu ana kadar hiç konuşmamış olan bir adam işaret parmağıyla onu işaret etti. "İşte bu!" Bir şey demeye gerek yoktu, herkes bilirdi, muhafızlar dokundularını bırakmaz ve konsolosluğa giren alt sınıf çıkamazdı. Zavallı adamın kollarından sürükleyerek demir kapıların ardına götürdüler. Kimse fark etmemişti bu adama konuşma sırasının gelmediğini. Ses tonu nasıldı kimse hiçbir zaman bilemedi ve belki de konuşup konuşamadığını. Sadece "BÜYÜK BİRADERİMİZ ÇOK YAŞA!" "SUİKASTÇİ ANARŞİSTE ÖLÜM!" nidaları yükseliyordu demir kapıların ardında güvende (!) kalanlardan. Adamın karanlığa boğulmadan son duyduğu şey gene o yaşlı ve ayakkabısız adamın ağzından çıkan "Belki de tesadüftür, evrenin bile tesadüfen olduştuğuna inananlar bu adamın bir ihtimal de şimdi tesadüflere kurban gidebileceğini niçin düşünmüyor?" sözü oldu.





Pazar, Ağustos 13, 2023

acı çekmecesine bilmek

evrenin bir altın ortası var. bunu Aristotales görmüş olmalı. belli bir dozaja kadar bilgi şart fakat sonrası yük olmaya başlar bilgi öğrendikçe gelişen beyninde. dikkat edin bilgi öğrenmek, bilgiyi ezberlemek değil. cahil, yarı cahil ve bilgin. en tehlikelisi kişi için bilgin olmak fakat kişiler (toplum manasında) için en tehlikelisi de yarı cahil olmak. tümevarım yapalım; yarı cahil insan cahil insandan daha beterdir. çünkü yarı cahil olan birey bildiği kısım ile bilmediği kısmı kapatmaya çalışır. bilir, bilmediğini de yorumlar. bilmediğini yorumlama hakkı ona daha evvel bildiği şeyler tarafından verilmiştir. ve yarı cahillerin bir de bildiğini sandıları vardır. sorun şu ki hepimiz yarı cahiliz. peki ya bilgin olmak? kişinin felaketi... çok bilmek kendine acımayan insanların yapabileceği bir şeydir. bilmekten çekinmemek... cesaret işi, çünkü ''neyden korkarsın?'' demişler ''bilmediğim ne varsa'' demiş. bilmek uğruna mutluluğu feda etmek, edebilmek... şu an Türkiye'de sınır dışı  operasyonlarında neler oluyor bilmiyorum, yeraltı dünyasında bugün kimin en sevdiğinin kanı döküldü bilmiyorum, okusam ömür boyu aklımı kurcalayacak bir soru bekliyor belki de beni şu etrafımı sarmış kitapların arasında fakat ben okumadım ve bilmiyorum... şimdi düşünün ve bu saydılarımın hepsini bildiğimi tahayyül edin. bilmek iyiydi diyorduk değil mi? oysa, oysa gittikçe bilmek yüke dönüşüyor. senin aklına dahi getirmeyip bilmeyerek daha rahat yaşadığın bu dünyada birileri nelere kafa patlatıyor ve ne düşüncelere gark ediyor zihnini. şimdi ya bilmekten çekinmeyeceksin ve o bilmek dozajını aştığında acı çekeceksin yahut bir yarı cahil olarak kalıp bildiğini de bilmediğini de enn iyi ve enn çok sen bileceksin. bunu fark etmeyeceksin çoğu vakit. bir açıklaman olacak yaptığın yorumların için ama fark edersen eğer kendinden iğreneceksin, işte o an gözlerine kirpiklerin ''acizlik'' diye batıyor olacak.

Cumartesi, Ağustos 12, 2023

neden çarpanları-asal çarpanları

                      

sevmediğin şeyleri kendine yük olarak görmek yerine niçin onu dönüştürüp kullanmayı denemiyorsun? bu, evin köşesinde kullanmadığın bir konsolu üzerine düşünerek işe yarar hale getirmek ve bir köşeye atmaktansa başköşeye oturtmak gibi bir şey olabilir. bu noktada matematiğin bir konusunu dönüştürülebilir.

 herkes senin hissettiğini hissetmez. sen bile bazen neyi niçin yaptığını kalbin ve aklınla kestiremiyor olabilirisin. fakat insanın anlama ve algılama gereksinimi yatsınamaz. şu halde kaçınılmaz sonuç ''neden'' sorusudur. ve nedenler son derece doğurgandır. sorgulamak gerekir. ve bunun için bir metod kullanabilirsin, adı mı ne?

neden çarpanları adı verilen kavram da bu şekilde ortaya çıkıyor. bağdaştırılan şey ise matematikteki ortaokul asal çarpanları konusu. bu konu vakit geçirmeyi çok sevdiğim bir parkta kendimle vakit geçirirken bulundu. komplike olmayacak bir örnek vererek başlamak istiyorum. bugün  pasta yedin. ilk neden çarpanımızı kullanalım ve niçin pasta yediğini soralım. çünkü canının istediğine karar verdin. peki niçin canın istedi? çünkü bugün sosyal platform algoritmanda bir pasta gördün ve canını çektiğine karar verdin. hey niçin o pastayı gördün ki? çünkü algoritma senin zevklerine göre düzenlenir ya çoğunluk ihtimaldesin ve pasta görme olasılığının yüksek olduğu bir algoritman var ya da az olan ihtimaldesin ki bu da algoritma karşına yeni bir şey çıkardı demektir. pasta yemenin sebebinin algoritma olmuş olması tuhaf değil mi?

çoğu zaman ''niçin'' demiyor insan yahut tek bir niçin sorusuyla yetiniyor. görüldü. bir şeyin tek bir nedeni olabilir kuşkusuz ama olmayabilir de. üstelik nedenler birbirinden etkilenir vaziyette iken. velhasıl al gardını ne nedenler var karşında kuşanmış duran, hem de ne nedenler. 

        belki ben de gidip bu yazıyı niçin yazdığımın neden çarpanlarını yapmalıyım :))


sitare

 umut verme bana nazenin  yaşatır sanırsın, ölüveririm öyle sımsıcaklığını duyumsatma bana berceste ısıtır sanırsın, kuytu köşelerime kar ya...