-İnanmıyorum! Şu sokakta buradan gitmeden kesinlikle göz atmamız gereken bir pazar var. Cevap vermeye fırsat bulamadan sürüklenmeye başlamıştı bile kadın. Etrafta kerpiçten küçücük evler, demirlerle yere sabitlenmiş bembeyaz çarşaflardan yapılmış tenteler, sıra sıra dizilmiş ve müşterisiz, ağzına kadar dolu göz yoran tezgahlar... Pazarlarına adımlarını atmalarıyla başlamıştı o dayanılmaz gürültü. İlk tezgahın önüne yaklaştıklaarında o bembeyaz görünen elbiselerin rengi soluyordu. Yakındna ne kadar kirli görünüyordu. Kadın şaşırmış tezgahtara bakarken o bir şeyler anlatmaya başlamıştı bile. Lakin dedikleri anlaşılmıyordu. Kadının eli bir balık fosiline gitti. Çerçevelenmişti, gözalıcı güzellikteydi. Tezgahtar kadına bakarak bir şeyleri bağırdı ve tezgahın altından bir sürü fosil çıkardı. Kadın fosillere bakıp gülümsedi. Sonra gözleri istemsizce bir başka şeye yöneldi. Saf deriden hakiki bir paltoydu bu. Elleriyle dokundu istemsizce. Tezgahtar anında yanında bitti. Bağırarak bir şeyler söylemeye başladı, anlaşılmıyordu. Kadının elini aldı ve cekete değdirdi. Kadının dokuyu sevdiğini hissettikçe yüzündeki daha büyük bir gülümsemeyle daha büyük bağırıyordu. Ardından ortadan kayboldu. O sırada kadın sıradaki tezgahta göz alıcı başka bir şey görmüştü bile. Muhtemelen bin yedi yüzülerden kalma mektup açacakları tezgaha boylu boyunca dizilmişti. Onkardan birisine elini atamadan arkasından bir el onu kendine doğru çevirdi. Bu ilk tezgahtardı. Peşisıra sürüklediği bir demirde bir sıra paltoyla ona bakıyor ve bir şeyler bağırıyordu. Kadın rahatsız oldu kendini geri çekti ve kadın yanına geldi. İkinci tezgahtar durumdan rahatsız olmuşa benziyordu ilk tezgahtara bağırmaya başladı. Sesi kızgın çıkıyordu. Kadın ve kadın korkmaya başlamışlardı, uzak durdular. Tartışma öyle alevlenmişti ki ikinci tezgahtar kendi tezgahının üzerine çıktı ve ilk tezgahtarın üzerinde doğru atladı. Kadın ve kadın arkalarını döndüler. Fakat arkalarında geriye kalan tüm tezgahtarlar üzerlerine doğru geliyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan kadın ve kadın kendilerini bir sürü tezgahtarın ellerinin üzerinde taşınırken buldular. Herkes kadınalrı kendi tezgahına götürmek istiyordu besbelli ki. Kadın ve kadın yerlerden ellere taşınıyor, ellerden yere düşüyordu. Tezgahtarlar bağırıyor, kadın ve kadın çığlık atıyordu. Kadın kendini bir biblo tezgahında buldu. Tezgahın sahibi kadını yere atmış ve diğer tezgahtarlarla kavga ediyordu. Arada bir kadına dönüp ona bibloları göstererek bağıyordu. Kadın yanağına yapışmış bir parça saçı düzeltti korkuyla ve eline ilk gelen bibloyu aldı. Alırken birkaç tanesini de devirmişti. Derken bir tezgahtar onu ayağından tuttu. Kadın çığlık attı, tezgahtar bağırdı. Tezgahtar onu kendi kilim tezgahına götürdü ve bıraktı. Kadın ağlıyordu, kadına bakıp "korkuyorum!" dedi. Kadın da elindeki kuş tüyü kaleme bakıp ona diğer tezgahtan bağırdı. Ama dediği anlaşılmıyordu. Kadın arkasında çığlık sesleri duydu. Üç katlı bir tezgah yığılmıştı. Kadının gözleri büyüdü, tezgahın altında birisi kalmıştı. Eli görünüyordu, kan akıyordu. Hemen uzanmaya çalıştı çömeldiği yerden fakat yetişemedi. Diğer tezgahtarlar yıkılan tezgahın üzerine basıyordu. Bastılar ve geçtiler...Kendisine doğru geliyorlardı. Kadın çığlık attı. Bir sürü el uzandı kadına. Kadın bağırdı. Gücü yettiğince bağırdı, tezgahtarlar durdu. Kadının ne dediğini anlamadılar ama durdurlar. Kadın kadının yanına koştu, elinden tuttu ve bağırmaya devam etti. Tezgah sahipleri kıpırdamadılar, anlamıyorlardı. Derken kadın ve kadın pazarın çıkış kapısına kadar geldiler. Dışarıya ilk adımlarını atar atmaz arkalarına baktılar. Göz alıcı tezgahlar, hepsinde sırasıyla dizilmiş antika ürünler, bembeyaz elbiseli tezgahtarlar, tenteler ve sessizlik.
Bu Blogda Ara
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Perşembe, Haziran 26, 2025
Tezgahtarlar
Labels:
hikaye
Location:
İstanbul, Türkiye
hayaller gerçek olmayıp yaşamak için en ufak şeye tutunmaya başlayınca kendi dramana dayanmaya bile istemsiz olmak..
Pazar, Eylül 03, 2023
Şimdi diyardan diyara
otobüs hızlanmaya başlıyordu; kalbi yavaşlamaya, nefesi kesilmeye... Ne olduğunu bile fark edemediği düşüncelerin içine çekildiğini hissetti. Büyük bir şeyi, çokça büyük bir şeyi bir yerde bıraktığı hissi doldu boşlukla kaplı içine. Başını cama yasladı. Otobüs gökyüzüne çıkıyordu. Diğer yolculara baktı, hepsi çok sessiz ve sakindi. Küçük bir çocuğa takıldı gözleri. Yeşil renkli bir tulumu var gariptir ki kırlangıç amblemli bir brove yakasında... Elinde içi boş bir biberon emmeye çalışıyor. Nerede olduğunu anlamışa benzemiyor. Ağzı yarı açık, otobüsün bulutlara gittikçe yaklaşmasının sıra dışılığına kaptırmış kendini besbelli. Gerçi ona her şey sıra dışı henüz. Kadının yanındaki teyzenin elinde oksijen cihazı, sürekli ağzına götürerek nefesini düzenlemeye çalışıyor, ayık olmaya çalışan baştan aşağı siyah ve mora bulanmış kıyafetler içinde bir genç adam... Aşırı zayıf, donukça bakan yeşil gözleri var. Hıh kimin yok ki! Son anda binmişti zaten otobüse, dışarısı soğuksa belki ondan titriyor. Ama hayır hava güneşli. Göğsü sıkışmış olmalı eliyle yokluyor, gözlerini kapattı ve o cümleyi duydu otobüs ''anladığınızı sanmayın''. Sonra kendi avucuna gitti gözleri kadının, dua eder gibi açık kalmışlardı ikisi birden dizlerinin üstünde. Kadının yüzü morarıyor. Ve yine o bir şeyi bırakmışlık hissi. Geriye dönüp baktı. Ankaray'ı geride bırakıyordu. Ankara'yı Ankara'da ona ait olanla beraber geriye bırakıyordu. Neydi peki bıraktığı şeyin adı? Boş versene herkes bir isim takmıştır muhakkak. Ama o bambaşka bir şey diyordu. Sahi niçin binmişti ki bu otobüse? Bir an otobüs hızla yükseldi. Kadın koltuğa yapıştı nefesi kesildi kaçıncı kez... Elleriyle kulaklarını kapattı. Bağırdı, gücü yettiğince bağırdı. En son kez yapıyormuş gibi bir o kadar da ilk kez deniyormuş gibi bağırdı. Talıa, talıa ,talıa!.. Kimseden ses çıkmıyordu, bir süre sonra açtı gözlerini. Evet yeteri kadar yükselmişlerdi. Bebeğe baktı brovesi düşmüştü yakasından ve emmiyordu artık biberonunu belki de boş olduğunu anlamıştı. Teyzeye baktı kadın, bırakmıştı oksijen cihazını düzelmişti artık ihtiyacı yoktu, peki ya genç adam; işte ona bakamadı kadın. Gözlerini kapatması gerektiğini biliyordu. İnsanlar gözleri açık ölüleri sevmiyordu. Korkuyorlardı, sanki o açık gözlerin içine kendi canları da çekilecek gibi korkuyorlardı. Öyle, yaşayan insanlar korkardı ölülerse cesur olurdu. Bazıları cesareti bile öğrenmeye fırsat bulamazdı o bebek gibi. ''kader'' derlerdi ona da. Kimisi kotayı doldurmuş olurdu o teyze gibi, kimisinin ise su testisi su yolunda kırılırdı uyuşturucu bağımlısı son anda komaya girip otobüse binen genç adam gibi... Demek ki hayır üşüdüğü için titremiyordu diye geçirdi aklından kadın. Ve ölüme bu denli yaklaşırken idrak ettiği son şeylerdi ölüm otobüsünde oksijen olmadığı için nefesinin ardı ardına kesildiği ve bu otobüse bir anlık kendi isteğiyle bindiği..... Herkes bir isim veriyordu muhakkak ama kadın ne diyordu peki? Onu bilemeyeceğiz, konuşmadı; söze başlarsa bitmez diye ya da gücü yetmez anlatmaya yarıda bırakır ama yarım kalmasın diye. Peki ya anladığını sanmasın kimse diye? Hoşça kal Aşti peronlardan kalkan 15:30 otobüsü. Hoşça kal o kız kadını ondan alan Ankara.
Labels:
hikaye,
neden,
sorgulama,
yaşamatmak istiyorum yaşamam gerek
hayaller gerçek olmayıp yaşamak için en ufak şeye tutunmaya başlayınca kendi dramana dayanmaya bile istemsiz olmak..
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
sitare
umut verme bana nazenin yaşatır sanırsın, ölüveririm öyle sımsıcaklığını duyumsatma bana berceste ısıtır sanırsın, kuytu köşelerime kar ya...

