Bu Blogda Ara

yaşamatmak istiyorum yaşamam gerek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşamatmak istiyorum yaşamam gerek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Ağustos 30, 2025

gibi...

 içimde arayıp duruyorum seni

gökyüzüne bakınca her seferinde görecekmişim gibi

kalbimle ilk tanıştığın an duyduğum heyecan

asla gerçek olmayacağını es geçmişim gibi

seni yaşayan insanlar varken

ben sadece bir yerelerde, uzak bir yerlerde var olduğunu biliyormuşum gibi

kana kana tadarken bildiklerim seni

ben sana en benzeyen parçamı durup durup içime çekiyormuşum gibi

unutmak istiyorum, bilmek istemiyorum, hissetmek istemiyorum

yine de senden kaçtıkça sana varıyormuşum gibi

çık kalbimden diyorum, sanki kalbimin sen olduğunu görmüyormuşum gibi




Cuma, Ağustos 22, 2025

yaşa diye veriyorum kanlarımı

akşam çökünce duyduğum tüm seslerde
şafak sökerken aldığım bütün nefeslerde
bir suyun dibinde sürüklenen her çakıl taşında 
ve kırmızının en koyu tonunda ben yalnızca seni buldum gülüm 

gece yarıları gökyüzüne her bakışımda
aklım erip varlığımı varlığınla taçlandırdığımda
hiçbir şeyi değil tek seni sevdiğimde
ve senin bana sırtını her dönüşünde ben çoktan kölen olmuştum gülüm

vazgeçmek vakti geldip geçeli çok oldu senden
koparmaya çalışıyorum halen ilk düğümü kalbimden
ve sonuna gelene kadar ömrümü tamamlamış olacağım
sen başka gönüllerin ırmağında hayat bulurken 



Salı, Ağustos 19, 2025

dayadık mı silahını başıma?

 yanıma koymalıydım oysa seni kalbimden dışarı dahi çıkaramadım
 duygularım sana dokunacaktı; ellerim böyle nasırlı, yüzümde de böyler bir acı
olduğun tarafa bile dönemedi çehrem
canına tak dedirtmeden ve yokmuşum gibi hissettirmeden koruyacaktım seni
 adımı bile öğrenemedin sen
olduğun yerde: yanaklarımı okşayan dünyamın en güzel kokusu 
defalarca izlediğim manzaranın senin yanındayken binbir farklı tonu
bahsim sen olunca edebiyatın anında yok oluşu, hoşça kal gülüm


Pazar, Ağustos 17, 2025

izinden

 

Otobüsten indiğinde görmüştü onu. Ankara’nın kupkuru sıcağında telefonuna gömülmüştü. Bakışlarını birbirlerinden yana çevirdiler. İki kız sadece birkaç aydır tanışıyordu. Şimdi ise sahip oldukları belki de tek ortak noktanın samimiyetiyle karşılıklı gülümsediler ve valizlerini buldukları en uygun pansiyonun giriş kapısına doğru sürüklediler.
“Sahi,” diye geçirdi aklından otobüsten inen kız, “adını bile bilmiyorum, oysa bu akşam aynı odayı paylaşacağız, hoş bunu ilk kez de yapmıyorum ya.”
İçeri girdiklerinde pansiyon sahibi kadın göründü. Kadın, kızlara odalarını gösterip aşağı kata inerken onlar çoktan yarın her şeyin yolunda gidip gitmeyeceği üzerine konuşmaya başlamışlardı bile. Kapı açılınca holün karşısındaki dolap göründü. Yine kapının solunda duş vardı. Holün bittiği yerin solunda karşılıklı iki yatak uzanıyordu. Yatak başlarında ikişer komidin ve karşısındaki duvarda ise televizyon asılmıştı. Etraf bu iki kızın pek ilgisini çekmemişti ki birlikte durakta bekleyen kızın yatağına oturdular. Buradan güneşin batışı görünüyordu.
“Güneş,” dedi durakta bekleyen kız, “Epey yer değiştirmiş, akşam olmak üzere.”
“Evet, o dahi yer değiştiriyor; bir biz kıpırdatamıyoruz sevdamızı yerinden.”
Birbirlerinin omuzlarına ellerini koydular, öylece beklediler. Belki de kalkarken durakta bekleyen kızın zihninden, otobüsten inen kızın yaşını sormak geçti. Fakat sormadı, önemli değildi. Onun yerine gerçekten merak ettiği bir soruyu sordu:
“Şu iki gün geçince Anıtkabir’e de gider miyiz?”
Otobüsten inen kız, takım elbisesini dolaba yerleştirirken konuştu:
“Ben geçen sene gitmiştim. Yolu biliyorum, seni de götürürüm elbette.”
“Ya, demek geçen yıl da denemiştin.”
Ses çıkarmadı otobüsten inen kız. Canı yanıyordu belki de. Lakin emin olamayız; zira durakta bekleyen kız sorusunu yinelemedi. Marketten aldıkları ekmeğin içine salam ve sürme peynir koyup paylaştılar, paylaşmak bu işin en başıydı ve ertesi sabah beşte kalkmak üzere yataklarına uzandılar. Uyudular mı bilemeyiz, ama gözlerini kapattılar.
Ertesi gün olduğunda otobüsten inen kız daha erken çıktı yatağından. Eşofmanlarını giydi, taksi çağırdı, aşağı indi ve bahçedeki sandalyelerden birine oturdu. Ankara’da güneşin doğuşuna ilk kez tanıklık ediyordu. Hafif bir serinlik, sonsuz bir sükûnet…  Derin bir nefes alıp gözlerini yumduğunda kızın aklından o hep söylediği sözler geçti ve yine söyledi:
“Şafağın söküyor işte gülüm ve ben her fecirde olduğu gibi varlığımı varlığına armağan ediyorum.” Ardından ayağa kalktı ve arkasına doğru döndü durakta bekleyen kızın yangın merdiveninin son basamaklarından atladığını gördü. Adım adım vücutlarını taşıdılar birbirlerine ve durdular. Pansiyona yanaşan taksinin korna sesi çaldı. Fakat iki kız vazgeçmedi gözlerini kavuşturmaktan. Akılları anlamıyordu fakat kalpleri… Bazı anlar olur ve konuşacak zamanı kalbin belirler. “işte” der “konuşmanın tam sırası”. Durakta bekleyen kız “ismim Ceylin” dedi o anlardan birinde olduğunu hisseder gibi. “Rüya” dedi otobüsten inen kız. Korna tekrar çaldı ve gülüşerek taksiye bindiler.
Nizamiyenin önüne vardıklarında sıranın sonuna geçtiler. İşte başlıyordu o uzun gelen bekleyiş. O anda her dakika, birkaç katıyla eş idi; o uzun kuyrukta zaman farklı işliyordu. Sırada bekleyenler, ötekilerinin varlığını o an öğrenmelerine rağmen yabancısı değillerdi birbirlerinin. Önce bir selam vermekle yahut el sıkışmakla başlardı her şey. Derken bir bakmışsınız, birkaç hafta sonra altlı üstlü ranzalarda yatıyorsunuz. Vatan toprağında birlikte eğitim alıyorsunuz. Kiminin öylesine ilk deneyişi, kimisi ise varını yoğunu koymuş ortaya bu defasında kazanmak için. Kimisinin babası simit-çay getiriyor evladına, kimisi tek gelmiş.
İçeriye girerken Rüya ve Ceylin kaybettiler birbirlerini. Gün sonu nizamiye önünde buluştuklarında ise ikisi de gülümsüyordu. Bugünlük hiçbir şeyden elenmemişlerdi.
Pansiyona döndüklerinde Rüya Ceylin’e sordu:
“Senin nizamiyeyle bağın nerden geliyor?”
“Böyle bir hayata en yakın tanıdığım kişiden; amcamdan, o polisti.”
“Türklüğümden geliyor diyecektin, elendiniz çıkabilirsiniz” Güldüler, bu defa hüzünle karışık. Eğer elenirlerse mülakat çıkışında öğrenemeyeceklerini biliyorlardı.
Bir ara yataklarına oturdular ve bulabildikleri bütün mülakat sorularının mantığını anlamaya çalıştılar. Hatta bir ara ortaya bir sandalye koyup karşılıklı mülakatlarını çalıştılar. Ardından gözleri kaydı dışarıya. Gökyüzü mavi, gökyüzü pembe, gökyüzü mor, gökyüzü sarı… Dışarı çıktı iki kız. Yol, onları nereye götürüyorsa oraya doğru yürüdüler. Pek konuşmadılar; o kadar çok his vardı ki ağızdan dökülen harflere ihtiyaç yoktu. Onun yerine yüzlerinde kocaman gülümsemelerle, ellerini birbirlerinin omuzlarına attılar ve yürüdüler.
Yeni bir oyun bile türedi, düne kadar iki yabancı olan bu iki kızın arasında. Nitekim yürürken birden durdu Ceylin ve sordu:
“Neden asker olmak istiyorsun?”
“Birilerinin asker olması gerekiyor, ben sorumluluk alıyorum.”
Cevaba karşın Ceylin gözlerini kıstı, süzerek baktı.
“Uf, tamam tamam… Ait hissettiğim yer oldu hep. Oldu mu?”
Gülüştüler. Pansiyona döndüklerinde, Ceylin kapı deliğine anahtarı sokmaya çalışırken bu kez de Rüya sordu:
“Birleşmiş Milletler’ in daimî üyeleri hangi ülkelerdir?”
“Fransa, İngiltere, Rusya, Çin ve ABD. Tarihi severim.”
“Güzel… Ama bak kapıda kaldık. Aynı anda iki işi yapıver de kapıyı aç!”
Yatağa girdiklerinde gece yarısıydı. Uyandıklarında ise sabaha karşı dört. Odalarından çıkmadan evvel kapının önünde şu konuşmalar yapılıyordu:
“Hadi ama, mülakata göz kalemi sürüp de gidemezsin!”
“Tamam tamam, çok az süreceğim. Bir baksana bana, ceketinin önü mü kırışık senin?”
“Dün ne şartlar altında ütü yaptığımızı hatırlatırım. Neyse tamam, düzeltiyorum elimle işte.”
Girişin önüne geldiklerinde kimsecikler yoktu. Yani, neredeyse kimsecikler. Bir anne, çocuğu üşümesin diye onun yerine sıraya girmişti. Emanetçi tezgâhını kurmakla meşguldü ve birkaç kişi, bu iki kızdan bile erkenciydi.
Güneş bir süre sonra yeni yeni doğmaya başladı. Bir koku çalındı burunlarına dünyadan. Ceylin ve Rüya yan yana durdular. Biri, diğerinin koluna girdi ve nizamiyedeki bayrağa güneşin ilk ışıklarının dokunmasını izlediler. Birisi manzaradan ve duygularından ilham aldı ve ikisinin de adına aklından bir dörtlük yazdı:
 Bekleyeceğim seni, sonsuzlukla bitişin arasında.
 Bana bakacağın yerle baktığın yerin ortasında,
 Kalbimin sana ılık ılık aktığı yerde bekleyeceğim.
 Nizamiye önünde, güzelliğine doğan güneşin kırmızısına çalındığı yerde bekleyeceğim seni.
Birbirlerinden ayrıldıklarında kocaman gülen gözler yaşla dolmuştu. Şiiri kimin söylediğini bilmiyoruz; zira söyleyen, içinden söyledi.
Aldıkları sıra numaraları dört ve beşti. Rüya, iki numaralı komisyondan dışarı çıktığında karşısında Ceylin bekliyordu içeri girmek için. Bordo rengi koltuğa aslında hiç temas etmiyormuş gibi oturuyordu. Umut dolu gülümsediler birbirlerine ve birisi dışarı çıkarken diğeri de kapıyı tıklatıp mülakat odasına girdi.
Her şey bitince, yeniden ve ikinci defa nizamiyenin önünde buluştu iki kız. Etrafta aileler, içeriden çıkan evlatlarına sarılırken iki kız da birbirine uzun uzun sarıldı. Heyecanlılardı; durmadan, kendilerine sorulan sorulara nasıl cevap verdiklerini anlattılar ve mülakatlarının analizini yaptılar. Sonuca bakılırsa ikisi de kendilerince kötüydü. Ceylin soruları kendi isteğine göre algılamıştı, Rüya ise felsefi yönünü fazla kaçırmıştı. Kazandılar mı, hala arkadaşlar mı, altlı üstlü ranzada yattılar mı bilemiyoruz; zira henüz geleceği göremiyoruz.
Pansiyona son varışlarında çıkış yapmak üzere toparlandılar. Valizlerle odalarından çıkmadan, geriye dönüp son iki gündür kaldıkları yere bir defa daha baktılar. Esasen birbirini tanımayan bu iki kız, Ankara’daki bu iki güne hayatlarını sığdırmışlardı…
Ama hikâye burada başlamadığı gibi burada da bitmiyordu. Bu büyük haberi, en büyüğe vermeye gidiyorlardı.




 

 

Perşembe, Mayıs 29, 2025

vazgeçemeyişle

 İlkinde hevesle geldim sana, almadın soluna

ikincisinde korkuyla geldim, açamadın kapını

üçüncüsünde heyecanlıydım, görür gibi yapıp kaçırdın gözlerini

dördüncüsünde güvenle geldim,yeterli gelmedi

görmediklerin de vardı oysa

sana kanadı kırık geldim, yüreği buruk geldim, beli bükük; dili sus geldim

umursamadıkların da vardı 

bazı bazı olmayacağını bilmeme rağmen geldim 

yine geliyorum, bu sefer ne ile bilmiyorum

vazgeçemeyişimle geliyorum...





Pazartesi, Mart 31, 2025

neye yarar


durup durup da yoklama

hâlâ geliyorum sanırım 

kapanmaya yüz tutmuş göz kapaklarım

ben seni kırmızından da tanırım

beni tanımamandan da tanırım 


hâlâ sana yaşıyorum sanırım 

nefesi sen varsın diye ciğerlerime salarım 

kaçtır görmüyorsun ya çok kırgınım 

korkma hâlâ bu yolu "sen, sen!" diye adımlarım


umudu da kestim sanırım 

bu yüzden yıllar sürer ancak bir adımım

bir fecir vakti kokunu duyarım 

duyarım da neye yarar 

sen Ankara'dasın ben İstanbul'dayım 

Salı, Ocak 07, 2025

sen hele bir gel de

 sen gel de gönlümün yamacında bir çiçektir açsın

kapkara odalarım ışığınla tanışsın

sen gel de sahilim dalgaların uğrağı olsun

kışın ortasında kuru dallarıma yusufçuk konsun

-

geldiğini hayal ediyorum ve güneş aya kavuşuyor

denizin dibinde sürüklenen bir taş yerini buluyor

geldiğini hayal ediyorum ve yurdum leylak kokuyor

dağlar sıcak, Mehmetçiğim sağ oluyor

-

hele bir gel sen, gözlerim artık susacaktır

sukunetini senin kırmızında taçlandıracaktır

hele bir gel sen, atmaz yüreğim atacaktır

buzlarını bir tek sana kırdıracaktır

hele bir sen gel gülüm, bu avare vücut yaşamla tanışacaktır









Perşembe, Mayıs 09, 2024

varlığımı varlığına armağan ediyorum!

şu damarlarımdan akanın kan olduğunu bilmese idim nanlörlük derdim
bu canı yaradan vermemiş olsa idi, öyle rastgele bir an bir rüzgar estiğinde yüzüme, geri verirdim

şehit evine doğmayan güneşin her sabah arsızca penceremdeki boşluktan odama doğmasına kuruluyorum
Irak'ta üzerine askerimin kanı bulaşan çiçeğin aynısının gülhanede açışına ya da

Yunus Emre Uçar'ın çocuğunu bu vatana bırakışına
ve Murat Akman'ı annesinin çöp poşetine atıp kaçışına

alnıma yazıldığın güne seviniyorum ardından 
derken bugün o sevinçte yok oluyorum
üç hakkımız olur, ben dördüncüyü deniyorum
acı, çokça acı lakin vazgeçemiyorum
şafağın söküyor işte gülüm
ve ben her fecirde olduğu gibi;
varlığımı varlığına armağan ediyorum!





 

Pazartesi, Mart 18, 2024

drama köprüsü bre Hasan

gencecik bir ağaca takılı kalmış yıllanmış poşet parçası 

en sevdiğim parkta bir banka çömmüş engin dağlarını izliyorum ülkemin 

bir taş parçası yuvarlanıyor yağan yağmurlarında

ne nereden geldiğini biliyor ne de nerede mola verebileceğini

sahrada bir kum tanesi gibi olmak seni sevmek

öyle ki ne gör beni demeye hakkım,

 ne  yanına ulaşabilmeye gücüm,

 ne de küsmek sana haddim,

bir gün kabul edersin beni diye hayata tutunmaya çalışacağız bir çam ağacının büyümesini öylesine bekleyerek

her gece lambaları yansa da her sokağı kontrol edeceğiz sen isteyene kadar beni 

gülüm; yıllar yılı o denli yol teptim, n'olur geri çevirme senden; seni!



Perşembe, Mart 07, 2024

gülüm...

 bazı geceler vardı çocukluğumda

 karanlığında ben neyi bilmiyorsam saklayan,

gökyüzünden geçen yeşil-kırmızı ışıklı uçakları sayardım

tanıdık bir yüz görmek gibi gelirdi 

o soğuk akşamlarda geleceğime meydan okurdum

küçük, çokça küçük hissederdim kendimi

ya nizamiye kapısında görünmez olursam

ya hazır saymazlarsa beni,

ya red yersem senden...

bir tepeye çıkardım ikindi vakitleri

ellerimde çiçekler, gün batıyor ve önümde alabildiğine dağlar,

hiçbir yere gitmeden her yere gideceğim hissi dolardı içime

çok büyüyünce, daha da çok büyüyünce o dağlarda eğitim alıyorum

ve bir rüzgar esiyor yüzüme;

geç kalmışım gibi hissediyorum

hayatıma geç kaldım, amacıma geç kaldım, yaşamaya ve yaşatmaya geç kaldım!

ürperiyorum...

sevilmekten de geçecek kadar sevebildiğime şaşıp kalıyorum ardından 

hem korkuyorum hem de umut diliyorum kendime gelecek için,

hiç yaşamadığımı özlüyorum, yüküm ağır geliyor ve yamaca oturuyorum

konuşsam iyi gelecek, boyuna susuyorum

sevmenin bedelini anlıyorum, gözlerime doluyorsun...

seni kendimden geçercesine seviyorum, duymuyorsun

senin için yaşıyorum, üzerine alınmıyorsun

kırmızına inat parça parça bölünüyorum, sen ölümü bile kabul etmiyorsun...gülüm

b


Pazar, Mart 03, 2024

sana vazgeçmeyi öğretmeyecekler

 hissetmeye başladığın gün ölümü de göze aldığın günün olacak

hislerinin ilk kaybı ise şaşkınlığın

ola ki hiçbir canlıyı sevmeyeceksin

sevdiklerini ise bir canlı misali yaşatacaksın

senin bahtın koluna taktığın tüfeğin 

senin kaderin yanındaki yoldaşın

alın yazındır vatanın

ölmek isterken dahi yaşayacaksın yaşatmak için

o kadar yalnız olacaksın ki evinde yolunu gözleyen kimse olmayacakken n'olur geri dönsün diye kurşununu göğüslediğin silah arkadaşların olacak

vatan toprağınla öyle bir bütün olacaksın ki

kanın ılık ılık içini okşayarak kamuflene akarken onun sessizliğine sığınacaksın

yorgunluğunu gidermek için bir su başında onun bozkırına uzanacaksın

 öldüğünde ise toğrağında yatacaksın

ve vazgeçmeyeceksin, ne olduğunu bile bilmeyeceksin!




Salı, Şubat 13, 2024

bak, bakarsan ölümde yaşayacağım

 çocuktum, alabildiğine özeniyordum 

eteğine yapışıp beni bırakmaman için neyim olsa veresim geliyordu

eğer gözlerin gözlerime değse idi yıkılır kalırdım

gene de bana bakacağın günün doğuşlarında; soğuk içime işlerken bozkırın ortasında...

eğer beni kabul etse idin yaşardım yaşatmak için

gene de içimden ismini sayıklayarak ölmek geçerdi

isterdim ki duyduğum son şey sen olasın

isterdim ki aldığım son nefesimde bana bir şey fısıldayasın da son gülümsememi dudaklarıma sen yerleştiresin 

seni isterdim yürüdüğümüz yolun başından ta sonuna kadar,

seni isterdim içine çekilip sen beni senin derinlikmlerine katana kadar...




Pazar, Şubat 11, 2024

nereden estin el-aman

 niçin, nereden estin de tutuldum sana

seni bildiğim ilk günü anımsıyorum, nasıl da üzülmüştüm

demek hissetmişim yedimde de yetmişimde de aldığım nefes kadar yakınım olacağını 

demek bilmişim kalbimi ılık ılık ısıtacağını ve orada yer açarken kendine beni sancılara boğacağını 


ben en çok da yaylalarda görürdüm seni, dağların arkasında bir yerlerde değildin; o dağların hepsi sendin

yüceliğin korku salardı damarlarımda akan kana ve bir o kadar da kendine çekerdi brovemi okşayıp  geçen yellerin

oyun mu oynadın bana diye geçiyor aklımdan ara ara hep senin olayım diye

öyledir ki bir gözüm kızarken alabildiğine, öteki gözüm üzerindeki kan kadar merhametli sana...




Pazar, Şubat 04, 2024

dönüp de gitme kayıp da düşme

 seni dinliyorum bozkırın ortasında bir tepe başında 

kuru, sarı otların üzerinden geçiyorsun dudaklarıma selam vererek 

ve ben de sanki ilk kezmişcesine acemice 

bir o kadar da son kezmişcesine yavaşça içime çekiyorum seni 

gözlerim doluyor tenime son dokunuşunda 

tekrar bekliyorum gel diye: ama gelme sen, 

çünkü hiç gitme...




Pazartesi, Ocak 22, 2024

lakindi...fakattı...amaydı...

 kızmayacağım sana lakin fazlasıyla incineceğim,

beni koymadığın sınıfının hep bir sandalyesi boş kalsın diye ufaktan beddua edeceğim

yakmayacağım canını fakat bir kuşluk vakti güneş bakarken sana, eksik selamlasın seni on üçüncü tabur diyeceğim

küsmeyeceğim sana ama çokça susacağım, önünden geçip de göz göze geldiğimizde kırmızının içindeki beyazını daha ayırt edemeden gözlerimi yumacağım,

üzülme, gözlerim kapalıyken bakacağım...



intizar...

 bekleyeceğim seni sonsuzla bitişin arasında

bana bakacağın yerle baktığın yerin ortasında

kalbimin sana ılık ılık aktığı yerde bekleyeceğim 

nizamiye önünde güzelliğine doğan güneşin, kırmızına çalındığı yerde bekleyeceğim seni

...

 


Salı, Ocak 16, 2024

dayanmaz oldun

ben sana kaybettim bir dağ başında: sen benim en büyük kaybımsın ve hayattaki tek kaybım,

her şeye yettim de ben, nazlı bir kız misaliydin sen, yetemedim ve hayattaki tek yetememezliğim,

sevdiğimi alt etmeye çalışmak hataydı belki de, onu elde etmeye çalışmak hataydı ki o bana sahipken ve ona kimse sahip olamamışken, olamazken...

kendim atladım senin uçurumlarından lakin sen uçurumuna yanaşma iznini kılmadın mı bana, yanlış mı anlıyorum seni her defasında? üç oldu bu saudade; üç

sanki bir çöldeyim saudade, yaklaştıkça sana, yetmiyor adımlarım ne görmekten vazgeçiriyorsun kendini ne de erişebiliyorum sana

kimse bana nasıl yaşayacağımı anlatmıyor sendense sadece ölmeyi öğreniyorum, vazgeçemiyorum; çekip gidemiyorum, insan kendini bırakıp da gidemiyor ki. Bileydim sana kanımla başımla bağlanacağımı oysa karar kıldığımda çocuktum daha


Pazar, Aralık 24, 2023

saudade: asla gerçekleşmeyecek şeye duyulan özlem

 

şehit evine doğmazken güneşin, sabah senin pencerenden arsızca girmesi yakıyor canı. 
sonra ürperten bir boran geliyor uzaklardan, kan kokuyor. 
kafanı kaldıramıyorsun gökyüzüne bu kez, çünkü onlar da bakmıyor.
timlerden her iki satte bir şehit veriliyor... Irak'ta da hızlı geçer zaman. 
şairler, şairler yalan söylemiş. dağlar her zereye işleyen bir  soğuk... 
ne öncesinde ne de şimdi gidememişsin sen ve yarın da gidemeyeceksin. 
Komando er Murat'ın da yazdığı gibi "neyi bölmeyi öğrendik biz?
utanır ya insan nefes almaya, ne ölüsün ne de bunun adı yaşamak...
soluya soluya yok oluyorsun bugün ve yarın, yarın da soluya soluya yok olmaya kaldığın yerden devam edeceksin 
olur da dayanamazsın şehitliklerin önünden geçmeye, gökyüzüne bakışlarnı yöneltmeye, 
olur da anlayamazsın yurdun en umarsızca nankörlüğünü, acı çekemeyenin gülüşünü de saklamadığını
karşısında bir şehit evladının, bir şehit yarinin ıstırabını...
lanetler yağdırırken bulunursun lanetine kendini de katarak 
ya da ağlar bulunursun sularının akmasına yardımcı olduğun bir köprü altında 
yahut olmaz ya başarmış bulunursun gidebilmeyi; omuzundaki ilk acemi rütben, büyüğü büyük küçüğü küçük bir postal ve üzerine de hiç tam olmaz ya intibak üniformanla...




Cumartesi, Aralık 23, 2023

şehit evi

soğuk bir rüzgar girer camı kırık pencereden

içieride fırtına oluverir

ısıtırdı belki deyu, bir meşale sokulur bacadan

içeride yangın oluverir

bir yağmur damlası akar sızdıran çatıdan

içeride sel oluverir

ve olabilirdi gelen, izne gelmiş Mehmetçiğim

fırtına ılık rüzgar, yangın gönüllerde ısı, yaşlar sevinç yaşları olabilirdi

ey sokakta umarsızca gezen!; bu evler şehit evleriymiş 

ve hayır, zenginimin bedellisini yoksul Mehmetçiğim ödemiş






sitare

 umut verme bana nazenin  yaşatır sanırsın, ölüveririm öyle sımsıcaklığını duyumsatma bana berceste ısıtır sanırsın, kuytu köşelerime kar ya...